diken

Turkey’s delayed INDC raised questions and caused disappointment among the Turkish environmental NGOs & climate scientists. Me and Dr. Ethemcan Turhan analysed the document and wrote a piece (in Turkish) for the prominent on-line news portal www.diken.com.tr. We hope to publish an English version soon.

Türkiye’nin seragazı azaltım taahhütü: Dağ fare doğuruyor

Bu yazı ilk olarak 08/10/2015 tarihinde ve www.diken.com.tr adresinde yayınlanmıştır.

ARİF CEM GÜNDOĞAN* / DR. ETHEMCAN TURHAN**

Türkiye, Aralık ayında Paris’teki zirve (COP21) öncesinde iklim değişikliğiyle mücadelede kendisine biçtiği rolü içeren Niyet Edilen Ulusal Katkı (INDC) beyanını Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) sekretaryasına iletti.

Bu adımla birlikte Türkiye ilk kez (hukuki bağlayıcılığı olmasa da) iklim değişikliğine yol açan seragazlarında bir azaltım hedefi almış gibi görünüyor.

Peki 2030 yılına kadar referans senaryoya (business-as-usual) göre salımlarını artıştan yüzde 21 azaltacağını söyleyen Türkiye’den daha iddialı, daha adil ve daha gerçekçi rakamlar beklemek hepimizin hakkı değil mi? Dahası bu süreçlerin şeffaf biçimde yürütülmesini talep etmemiz gerekmiyor mu?

Tarihte hiç yaşanmamış sıcaklık artışı

Önce iklim krizinin boyutunu hatırlamakta fayda var: Gezegenimiz fosil-yakıt bağımlı enerji ve sanayi sistemi, sermaye-yoğun tarım, hızlı kentleşme ve sosyo-ekolojik faydaya bakılmadan gerçekleşen ekonomik büyüme takıntısı yüzünden şimdiye kadar hiç olmadığı kadar büyük bir fiziksel dönüşümün eşiğinde.

İnsan varlığının gezegenin tüm katmanlarına geri dönülmez biçimde etki ettiği bu çağa bazı biliminsanları ‘Antroposen’ yani insanlığın gezegenin biyo-jeo-fiziksel sistemini dönüştürdüğü dönem adını veriyor.

İklim değişikliği de bu sürecin en karmaşık ve en çarpıcı yüzlerinden birisi. 1992’den beri BMİDÇS altında yürüyen müzakereler ise bu soruna somut bir çözüm yaratamadı. Climate Analytics’in bildirdiği üzere mevcut politikalar bizi 4.1-4.8o C derecelik tarihte örneğini hiç yaşamadığımız bir küresel ortalama sıcaklık artışıyla karşı karşıya bırakıyor.

Ne katılımcı, ne de ‘olağan şüpheliler’ devrede

Son 23 yılda BM altında yürütülen iklim müzakerelerinin karmaşık jargonu içerisinde gelinen noktada tüm ülkelerin 1 Ekim’e kadar INDC (Niyet Edilen Ulusal Katkı) sunması gerekiyordu.

133’üncü ülke olarak INDC’sini açıklayan Türkiye’nin ‘Bir yıl boyunca katılımcı ve çok paydaşlı’ sürdüğünü iddia ettiği hazırlık sürecinin ise ne katılımcı bir boyutu vardı (zira analizler kamuoyuna kapalı ve gizli tutuldu) ne de olağan şüpheliler (emisyon-yoğun sanayi temsilcileri ve devlet kurumları) dışında bir paydaş katılımı gerçekleşti.

Açıklanan niyet belgesi ise, enerji, endüstri, tarım, arazi kullanımı, ormancılık ve atık sektörleri başta olmak üzere ekonomi genelinde çabalar gösterileceği belirtmekle ve Türkiye’nin uluslararası karbon piyasalarına entegrasyonuna yaslanmakla sınırlı kaldı.

Belgede konulan hedefin neden ‘hakkaniyete dayalı’ olduğu ise şu şekilde açıklanıyor: “Türkiye’nin tüm ülkeler arasında tarihsel sorumluluğu yüzde 0,7’dir. Enerji ithalatı büyük bir yük getirmektedir ve iklim değişikliği ile mücadelede finansal ve teknolojik güçlüklerle karşılaşılmaktadır.”

Türkiye kaçak oynuyor

Wider Image: Earthprints: Lake PowellDünya iç içe geçmiş çoklu ekonomik ve ekolojik krizler zincirinden geçerken Türkiye’nin 2030 itibari ile güneş enerjisi kapasitesini 10GW’a, rüzgârı 16GW’a çıkartmak; hidroelektrik potansiyelinin tamamını kullanmak ve nükleer santralin işletmeye alınması gibi hedeflerinden görüleceği üzere bu yaklaşım hâlihazırdaki politikalara bir ek boyut getirmiyor.

Dahası uluslararası müzakerelerde anahtar bir rol oynayan iklim değişikliğinin etkilerine uyum meselesine değinmiyor bile. Bu bağlamda Türkiye’nin BMİDÇS altında hem taraf olmakta hem kapasitesini geliştirmek konusundaki gecikmeleri düşünüldüğünde yine kaçak oynadığı anlaşılıyor.

Bu rakamlara bakarak Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelede ne bir iddiası olduğunu ne de kalkınma çizgisini iklim değişikliği ile uyumlu bir hale getiren öncü bir ülke olduğunu söyleyebiliriz.

Örneğin, seragazı salımlarını iki katına çıkarmayı öngören ve bu salımların zirve yapıp düşeceği bir yıl belirlemeyen Türkiye’nin bölgesel veya küresel ölçekte Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin oluşturduğu BRICS ülkelerinin (örneğin 2020’de 100GW güneş enerjisi hedefi koyan Hindistan’ın), ne diğer gelişmekte ülkelerin (örneğin 2030’da seragazlarının zirve yapıp sonra düşmesini hedefleyen Meksika) ne de diğer OECD ülkelerinin izlediği pro-aktif role talip olduğu söylenebilir mi?

Dağ fare doğuruyor

Evet, Türkiye üst-orta gelir düzeyinde gelişmekte olan bir ülke… Bir OECD üyesi, AB aday ülkesi ve G20 dönem başkanı olarak bu sınıfın da üst seviyelerinde yer alan bir ülke olan Türkiye’nin 2013 yılı toplam sera gazı salımları 1990 yılına göre yüzde 110,4 artış gösterdi.

1990 yılında kişi başı CO2 eşdeğer salımı 3,96 ton/kişi olarak hesaplanırken, bu değer 2013’te 6,04 ton/kişi’ye çıktı. Türkiye’nin 2030 öngörüsü ise sera gazı salımını neredeyse ikiye katlamak!

Fosil yakıta dayalı enerji ve kalkınma rotası (kurulması hedeflenen 77 termik santralin bizi kilitleyeceği enerji politikası da düşünülünce) bizi gitmemiz gereken yönün tam tersine itiyor.

İklim değişikliğinin temel müsebbiplerinden başta kömür olmak üzere fosil yakıtlara verilen teşviklerin kademeli olarak kaldırılması hakkında bir somut bir hedef koyulmaması, dahası somut olmayan bildik ezberlerin tekrarlanması bizlere dağ yine fare mi doğurdu sorusunu sorduruyor. Hem seragazı salımlarına bir zirve yılı koymadan finansal desteklerden faydalanmayı bekleyen bir ülke kimi ikna edebilir ki?

Sistemin değişmesinin vakti geldi de geçiyor

santral fabrika sbKüresel iklim krizi hepimizi sosyo-ekonomik-politik-kültürel paradigma değişikliğine, topyekûn bir dönüşüme zorluyor. Tüm INDC’leri üstüste koyup bu taahhütlerin gerçekleşeceğini varsaydığımızda bile karşı karşıya olduğumuz gelecek Sanayi Devrimi’ne oranla 2.7o C daha sıcak bir dünya.

Gezegenin buna en yakın kapsamlı değişimi geçirdiği tarih ise günümüzden 18 bin yıl önceye işaret ediyor. Eşitsiz gelişme, yapısal eşitsizlikler ve yapay bir insan-doğa ayrımının şekillendirdiği iktisadi-siyasi sistemin değişmesinin vakti ise geldi de geçiyor. Bir ‘kirleten-öder’ meselesinden çok fazlası olan iklim değişikliği konusunda Türkiye’nin niyet ettiği katkı ise ancak devletin iklim değişikliğini sanki sadece ekonomik büyüme anlamında ele aldığını tescilliyor.

Bu rüzgârı tersine döndürebilecek fırsatlara sahibiz. Özellikle yerel yönetimlerin, devletin ataletine karşı atabilecekleri somut adımlar var. İklim krizini bir adalet meselesi olarak ele alan sivil toplumun yakın markaj yapması için de fırsatlar var. Katkı beyanları değişmez belgeler değildirler.

Daha katılımcı ve şeffaf bir süreçle yapılabilecek çalışmalar, Türkiye’nin daha gerçekçi, daha adil ve sorumluluğunun daha farkında bir iklim politikası benimsemesini mümkün kılabilir. Bunun için sadece ekonomik tablolara bakmak yerine toplumsal faydaya bakılması, iklim değişikliğiyle ilgili eğitim kurumlarında yapı ve kapasite oluşturulması, konunun toplum gündemine bilimsel ve doğru biçimde gelmesi şart.

Bu, dünyanın geri kalanından azade olmadığının bilincinde, eşitlikçi, öncü ve yenilikçi bir Türkiye için tek seçenek.

* Yüksek Lisans Öğrencisi, King’s College London

** Mercator-İPM Araştırmacısı, İstanbul Politikalar Merkezi, Sabancı Üniversitesi