Co-authored opinion piece published on BirGun newspaper on 12 Oct 2014 (in Turkish):
Mesele sadece iklim değil, sen hala anlamadın mı?
Geçtiğimiz Pazar başladığımız halkların iklim hareketini tartışmaya devam ediyoruz. Bıraktığımız noktayı şöyle özetlemek mümkün: halkların iklim hareketi yürüyüşünün sembolik değeri tartışılmaz, ancak liderlere yöneltilen adalet talebinin içini doldurmak ve yaşamı dönüştürmek için bundan çok daha fazlasını yapmak, tesis etmek gerekiyor. Peki ne?
İklim değişikliğine uyum üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan profesör Mark Pelling, “İklim Değişikliğine Uyum: Kırılganlıktan Dönüşüme” (2010) adlı kitabında insanoğlunun çevre ile olan problematik ilişkisinin ve kalkınmada eşitsizlikler doğuran sosyo-ekonomik normların sorgulanabileceği kapsamlı bir sosyal reforma ihtiyaç olduğundan bahseder. İklim değişikliği meselesini tartışırken problemin kaynağı olana yönelik değil de sonucuna yönelik bir tartışma yürütmenin söz konusu reformun çerçevesini daha en başından daraltacağının altını çizen Pelling’e göre, konuya bakış açımızın hangi sosyopolitik filtreden süzülerek olgunlaştığı son derece önemlidir. Yapılan tercihler, verilen kararlar, çizilen stratejiler politik perspektifimize bağlı olarak olumsuz sonuçlar doğurabilir.
İklim değişikliği ile mücadele hakkında hemen her geçen gün farklı diskurlar olgunlaşırken bunlardan bazıları ana akım kalkınmacılığın ortaya çıkardığı eşitsizlikleri ve problemleri daha da arttırıyor. İşte tam da bu yüzden iklim değişikliği mücadelesini tanımlarken kırılganlıkların derinlerde yatan asıl sebepleri üzerine gidip, çözümler üretmek gerekiyor. Baskın küresel ekonomik sistemin ve hakim olan kalkınma anlayışının bir sonucu olan iklim değişikliği varolan bütün sorunları daha da karmaşıklaştıran bir etmen olarak, yeni bir toplum sözleşmesi için sosyal, ekonomik ve çevresel ilişkilerin yekten sorgulanması gerekliliğini yüzümüze vuran çok ciddi bir uyarı.
Araştırmacılar, paleolitik (yontma taş çağı) dönemde insan ve doğa diye bir ikilik olmadığı düşünüyor. Geldiğimiz bu noktada ise insan doğanın hakimi olmayı arzulayan/arzulatılan bir bakış açısıyla yeryüzünde dolaşıyor. Peki buraya nasıl geldik? Bunu politik güç ve ekonomik çıkar ilişkileri bağlamı dışında düşünmek yanıltıcı olacaktır. 1870’lerde Yellowstone doğal parkının kurulması, Rachel Carlson’un zehir saçan DDT’lerin aşırı kullanımına dair kaleme aldığı “Sessiz Bahar” kitabının 1962 yılında yarattığı sansasyon, 1970’de Dünya Günü ilanı, 1987 Bruntland “Ortak Geleceğimiz” raporu, 1992’deki Birleşmiş Milletler “Çevre ve Kalkınma Konferansı”, meşhur Kyoto Protokolü ve ilişkili piyasa bazlı çözüm önerileri (karbon ticareti vb.) tarihin önemli bölümünde egemen olan küresel kuzeyin çevreciliğinin mihenk taşları olmuştu. Kapitalizm, emperyalizm ve buna hizmet eden ‘özel sektör bilimi’ arasındaki simbiyotik ilişkiler zincirinin de katkısı ile yereli ve yerliyi yok sayan, korumacı, merkezi ve sermaye odaklı bakış açısının dünyayı getirdiği durum ortada.
Peki sanayileşmiş küresel Kuzey’de bunlar olurken küresel Güney’de neler oluyor? “Çevreciliğin Biçimleri” (1997) isimli kitabın yazarları Ramachandra Guha ve Joan Martinez-Alier’e kulak verecek olursak; küresel güneydeki hemen bütün hareketlerin ekoloji meseleleri adalet, insan hakları ve etnisite gibi konularla bağlantılıdır. Yerlilerin, köylülerin mücadeleleri bir anlamda oldukça muhafazakardır. Bildikleri ve üzerinde az da olsa kontrolleri olan dünyayı bilinmez ve güvenliksiz bir alternatifle değiştirmekten yana değillerdir. Çoğu zamansa tüketim toplumuna ve kanser gibi kontrolsüz büyüyen bir ekonomiye kritik gözle yaklaşırlar. Bunun aksine küresel kuzeyde gördüğümüz çevre hareketi ise köklerini üretim döngüsü dışında geliştirmiştir. Doğa bu anlayışa göre insana dışsal, zevk alınacak ve korunması gereken, sınırları belli bir yerdir.
Eğer halkların iklim adaleti arayışı bir kazanım elde edebilecekse, bu kazanımın kesinlikle küresel güneyden öğreneceklerimizle yakından bir ilgisi olacak. Ancak her geçen gün ‘vatandaş’ yerine ‘tüketici’ ve ‘paydaş’ olmamızın beklendiği bir dünyayı, politikleşmeden nasıl değiştirebiliriz ki? İklim meselesine hegemonik ekonomik sistemin sebep olduğu tüm eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, hak gasplarının çoğaltıcısı olarak bakmakla başlayabiliriz. Tepeden inmeci, elitist, teknokratik, sermaye odaklı her önerinin (ki yeşil ekonomi mantrası buna en yakın örnek) sorunun köklerini derinleştirmekten ve zaman kaybı yaratmaktan başka bir şeye yaramadığını görerek başlayabiliriz. Kalkınmayı kritik gözle tartışarak başlayabiliriz.
Alternatifler bugün ve burada mevcut. Büyüyen enerji adaleti hareketi yerelde üretilen, desantralize olmuş yenilenebilir enerji sistemlerinin hem merkezi sistemlerin karşılaştığı kesinti tehditlerini bertaraf ettiğini hem de enerji tüketimini demokratikleştirdiğini gösteriyor. Agroekoloji ve kentsel tarım girişimleri kendi kendine yetebilen, piyasalara bağımlı olmayan bir besin sistemine kapı açıyor. Kentsel alanda (yeniden) müşterekleştirme girişimleri parasal değerlendirme dışında bir ortaklaşma ve paylaşma biçiminin mümkün olduğuna işaret ediyor.Büyük sözlerden, ‘başka alternatif yok’ söylemlerinden ve son kullanma tarihi geçmiş sloganlardan medet ummak yerine, yerel bilgiden, yerel hareketlerden öğrenmeye başlayabiliriz. Sadece en büyük yürüyüşü gerçekleştirmek yetmez. Dünyayı ve bakış açımızı baş aşağı çevirmeliyiz. Tam da Hindistanlı yazar Arundhati Roy’un dediği gibi: “Başka bir dünya sadece mümkün değil, yola koyuldu bile ve sessiz bir günde dikkatle dinlerseniz nefes alıp verdiğini duyabilirsiniz.”
Arif Cem Gündoğan (Y. Lisans, King’s College London)
Ethemcan Turhan (Mercator-IPC araştırmacısı, Sabancı Üniversitesi)