I think Joshua Nelson’s piece on absolute vs relative decoupling is a great summary on the issue. I translated it to Turkish. Please click read more to read. Alternatively, you can read the original article in English here.

Ekonomik ayrışma (Decoupling) kavramı: Esrar perdesini aralıyoruz!

Joshua Nelson
(Çeviren: Arif Cem Gündoğan)

Bir dahaki sefer klasik ekonomi eğitimi almış bir ekonomist ile karşı karşıya geldiğinizde (bu pek çok sefer başınıza geliyor, değil mi?) onunla ekolojik limitler hakkında konuşmayı deneyin. İlk başta içi kıpır kıpır olacak olsa da muhtemelen aldığı eğitim doğrultusunda adeta bir zombi gibi yanıtları birer birer yapıştırmaya başlayacaktır, özellikle de “ekonomik ayrışma” (decoupling) kavramından yola çıkarak…

Peki ekonomik ayrışma da ne demek? Basitçe şöyle anlatabiliriz: ayrışma, ekonomik çıktıları çevreye verilen zararda herhangi bir ek bir artış olmadan arttırmaya devam edebileceğimiz varsayımını sahiplenen bir kavramdır. Bu kavram aslında üretim verimliliğinde artış sağlayarak daha azıyla daha çok üretebilme durumunu ifade etmek için kullanılır. Teorik olarak, verimliliği arttırmamız mümkün ve aynı miktardaki kaynak ile daha fazlasını üretebiliriz ancak bu durum gerçekte daha fazla üretim yaparak yine aynı miktarda kaynak kullanmaya ve/veya aynı miktarda kirliliğe yol açmamıza yol açacaktır.

Bu kavramı yenilenebilir kaynaklara uygulamak muazzam derecede yararlı olabilirdi. Eğer ekonomik büyümeyi kaynak kullanımından ayrıştırabilseydik örneğin, (sürdürülebilirlik modasına çok uygun şekilde) ormanların yenilenmesi ile ilgili ekolojik limitler dahilinde çok daha fazla miktarda odun kullanabilirdik.

Sizin de çoktan tahmin etmiş olabileceğiniz üzere, bu konuyla ilgili pek çok sıkıntılı nokta mevcut. İlk bakışta bu kavramın çok geniş bir tanıma sahip olduğunu da çoktan fark etmiş olabilirsiniz. Yine de şunu söyleyebiliriz ki, ekonomik ayrışma kavramının yaygın olarak kabul gören iki çeşidi vardır: göreceli ve mutlak ayrışma. Birincisinin gerçekleşme ihtimali biraz da olsa vardır ancak ikincisinin gerçekleşmesi ekonominin temelinde yatan varsayımlardan ve sorunlardan dolayı imkansızdır.

Göreceli ayrışma, bir birim ekonomik çıktıya karşılık gelen çevresel zarardaki azalmayı ifade eder. Bunun anlamı gayri safi yurtiçi hasıladaki (GSYH) artışa karşın kaynaklar üzerindeki baskının göreceli şekilde azalmasıdır. Fakat bu azalma baskının tamamen sona ermesini ifade etmemekte, aksine baskıdaki artışın GSYH’nin artışından biraz daha az bir hızla artmaya devam ettiğini ifade etmektedir. Mutlak ayrışma, ekolojik yoğunluğun (ecological intensity) “mutlak şekilde” azaldığı veya GSYH arttıkça belirgin şekilde net etkinin azalması yönünde seyretmesi durumunda mümkün olur.

Göreceli Ayrışma (Relative Decoupling)

Üretimin girdileri (yani kaynaklar ve doğal sermaye) üretici için maliyet anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında serbest pazar ekonomisinde üreticilerin verimliliklerini arttırarak maliyetleri aşağıya çekmeye çalışacakları iddiasını savunmak gayet mantıklı gözükmektedir. Bu durum zamanla daha az hammadde kullanarak normal koşullarda üreteceğimizden daha fazlasını üretmemizin mümkün olacağına (göreceli ayrışma) inanmamıza sebebiyet verir. Buna bir örnek vermek gerekirse, örneğin bir birim ekonomik çıktıyı üretebilmemiz için gereken enerji miktarı geçtiğimiz 50 yıl boyunca sürekli olarak azalmıştır.

Fakat bu gidişat yalnızca belli başlı kalkınmış ülkelerde gözlemlenebilmiştir. ABD ve Avrupa dışında buna benzer bir gidişata dair tutarlı örneklere rastlamak şöyle dursun, bu gidişatın tam tersini (yani bir birim ekonomik çıktı için harcanan enerji miktarının zaman içerisinde arttığını) gözlemlemekteyiz. Bu tablo, büyüme odaklı serbest pazar ekonomilerinin enerji yoğunluğunda sürekli bir düşüşe veya göreceli ayrıklaşmaya zemin hazırlayacağını iddia etmeyi oldukça güçleştirir.

Birileri küresel ekonominin toplam enerji yoğunluğun azaldığını, dolayısı ile salım yoğunluğumuzun da (emission intensity) azaldığını pekala düşünebilir. Hatırlayalım, ayrışma derken birim ekonomik çıktı veya GSYH’deki her bir dolar başına karşılık gelecek çevresel etkinin azalmasından söz ediyoruz. Maalesef ekonomik büyümenin çevresel etkisindeki azalma yönündeki gidişat bocalama dönemine girdi ve geçtiğimiz on yılda yavaş bir şekilde yeniden artış yönüne doğru döndü. Bu, sınırları olan bir dünyada ekonomik büyümeye devam edilmesine çekinceyle bakanları gittikçe endişelendiren bir durum. Aynen Tim Jackson’un “Büyüme Olmadan Refah” (Prosperity Without Growth, Earthscan, 2009) adlı kitabında ortaya koyduğu gibi:

“Ayrışmanın tünelin ucundaki ışığı görebilmemiz için bize sunması gereken seçenek şu: kaynak verimliliğini (en az) ekonomik çıktı miktarının artış hızı kadar hızlı biçimde arttırmamız gerekiyor. Halihazırda gezegen ve kaynaklar üstündeki baskının büyümemesi için bu durumun ekonomik büyüme devam ettikçe aynen devam etmesi bir zorunluluk halinde. Bu çok zor görevi yerine getirebilmemiz için ise mutlak ayrışmayı gerçekleştirmemiz gerekiyor. Maalesef bunu başardığımıza/başarabileceğimize dair iyi bir örnek/kanıt sunabilmek zor.”

Mutlak Ayrışma (Absolute Decoupling)

Birim enerji yoğunluğunda genel bir düşüşten bahsettiğimizde toplam ekonomik çıktımızın arttığını da aklımızda tutmamız gerekir. Büyümeye dayalı ekonomi modeli bu yazıyı şu an okuyor olmanızın temel sebebidir! Sera gazı salımları örneğinden yola çıkacak olursak, genel olarak bir birim üretim başına seragazı salım yoğunluğumuzun zaman içerisinde azaldığından bahsetmemiz mümkün ancak buna rağmen toplam salım miktarımız sürekli biçimde yükselmektedir. Göreceli ayrışmayı seçenek olarak tartışabileceğimiz bu noktada büyümemizin yarattığı olumsuz sonuçlar verimlilik konusunda yaptığımız iyileştirmelerin olumlu etkilerini çoktan solda sıfır bırakmış durumdadır.

Günümüzde küresel sera gazı salımları Kyoto anlaşmasının baz aldığı 1990 yılına göre %40, 1970 seviyesine göre ise %80 daha fazladır. Bazı kalkınmış ülkelerdeki salım azaltımlarından bahsederken bu sonuçların ne kadar yanıltıcı olabileceğini görmezden gelmemeliyiz. Salımlardaki azaltım çoğu zaman üretimin o ülkeden bir diğerine (tabii ki sebep oldukları kirlilikle beraber) kaydırılmasından kaynaklanmaktadır. Salım miktarlarını azalttığını belirten Avrupa ülkeleri artan ithalat ve buna bağlı karbon salımlarını hesaba katmadan bu iddiayı ortaya atmaktadırlar. Bu bizi kritik bir noktaya getirir: önemli olan küresel istatistiklerdir. Dünya çapında kaynak kullanımımız artmıştır. Çimento üretimi örneğinde toplam üretim iki katına çıkmış, metal madenlerinin çıkarılması faaliyetleri ise GSYH artış hızından daha fazla artış göstermiştir. Bazı yazarlar, kalkınmış ülkelerin hava kirliliğine yol açan (örneğin kükürt dioksit) gazların azaltımı konusunda önemli ilerlemeler kaydettiklerini söyleyedursun, bunu ortaya sürenler karbondioksit gibi seragazı salımları veya canlı türlerindeki kayıplar gibi diğer kritik göstergeler karşısında çelişkiye düşmektedir.

Kahredici gerçek şudur ki her bir birim ekonomik büyümeye karşın daha fazla kaynak kullanmakta ve daha fazla atık üretmekteyiz. Ayrışmayı başarmak şöyle dursun, herhangi yakın bir gelecekte başarabilme ihtimaline dair umut besleyebilecek bir konumda bile değiliz.

Akla Yatkın Olmayan Bir şeyler Var!

Ekonomik denklemlerin çoğu çuvallıyor olabilir ancak tamamen iş görmez hale gelmeyen birkaç tane bulmamız pekâlâ mümkün. Özellikle Paul Ehrlich ve John Holdren tarafından bulunan bir tanesi yaklaşık 40 yıldır hayatımızda. Ehrlich-Holdren denklemi insan faaliyetlerinin gezegen ve kaynaklar üzerindeki etkisinin (I) üç temel etkenin çarpımından ibaret olduğunu söyler: nüfus (P), refah (A), ve teknoloji (harcanan her bir dolara karşılık kaynaklar üstünde yarattığımız olumsuz baskı, T). Basit bir denklemdir: I = P x A x T.

Büyüyen bir nüfusu ve refahı (ekonomiyi) sürdürmek için T’nin etkisini azaltmaya mecburuz (yani her bir dolara karşılık gelen kaynaklar üzerinde yarattığımız olumsuz baskıyı). İşte tam da bu noktada bu “basit denklemin” içinden çıkmak zorlaşmaya başlıyor. Örneğin büyüyen bir nüfus ve ekonomi ile atmosferik karbondioksiti 450 ppm’de (milyonda parçacık) sabitlemek için (ki bu aslında gayet düşük bir hedef) hiç umulmadık ve eşi benzeri görülmemiş teknolojik gelişmelere imza atmamız ve verimlilik konusunda radikal bir ilerleme kaydetmemiz gerekmekte.

Nüfus artışının azaldığını ve ekonominin yalnızca çok düşük bir artış hızı ile büyüdüğünü varsayarsak bile verimlilikle ilgili en azından geçmişte yapabildiğimiz düzeyden 10 kat daha hızlı bir şekilde iyileştirmeler yapmamız gerekiyor. Bu iyimser bir tahmin. Şayet nüfus ve/veya ekonomi bu beklentimizden daha hızlı büyürse verimlilikle ilgili yapmamız gereken iyileştirmeleri tam 21 kat daha hızlı yapmamız gerekecek, veya daha da hızlı. Maalesef ikinci bahsettiğim daha olası bir senaryo zira nüfus veya ekonomi artış hızını düşük bir düzeyde sabitlemek için gereken politik irade henüz ortada yok.

Buyurun size verimliliği sonsuz şekilde arttırabileceğimizi ve çok değerli büyüme ekonomimize devam edebileceğimizi iddia eden önermelere çomak sokan ve onları çürütecek bir denklem daha: termodinamiğin ikinci yasası. Bizler, verimliliğin sonsuza dek artamayacağı, fiziksel sınırları olan bir dünyadayız. Doğanın yasaları ile yüzleşmek zorundayız, inanılmaz düzeyde radikal teknolojik gelişmelere imza atsak bile verimlilik artışında da sınırlar mevcut.

Mutlak ayrışmanın tarihte bir örneği yok. Hatta göreceli ayrışmanın izlerine bile ancak yanıltıcı istatistiklerde rastlamaktayız. Öte yandan ekonomik büyüme ve çevresel etkileri ayrıştıramazsak gezegenimizin sınırları ile yüzleşmek zorunda olacağız. Eğer yönümüzü doğru şekilde tayin edemezsek, gezegenimiz kendi başının çaresine kendisi bakacak. Ve bu durumdan inanın hiçbirimiz hoşnut olmayacağız. Öyleyse durağan ekonomi (steady-state, ekonomik büyüme olmayan bir model) ve sürdürülebilir bir topluma barışçıl, dostane bir geçiş yapmayı denemeliyiz.

Anahtar yanıt şu: nüfustaki durağanlık, durağan bir ekonomi modeli ve çevresel etkimizi azaltmamıza yardımcı olabilecek teknolojik verimlilik artışları (ki bu noktada sınırları ne kadar zorlarsak o kadar iyi) olmazsa olmaz! Bu koşulları oluşturabilirsek üzerinde yaşayan tüm canlılar için daha iyi bir dünya yaratabiliriz. Bunun için Tim Jackson’un çağrısına kulak verelim: “İnsanoğlunun ekolojik limitler dahilinde ilerleyebilmesi ve refah içinde yaşayabilmesi için güvenilir bir vizyona ihtiyacımız var”. Bu vizyon limitleri kavramak ve tüm faaliyetlerimizi onlara göre yeniden tanımlamayı gerektiriyor.

Bu yazı ilk olarak Kolektif dergisi 18. sayısında yayınlanmıştır.